24 Mayıs 2010 Pazartesi

This is Your Passanger Speaking - V

Eveet sayın arkadaşlarım,

Şu an saat 23.44, yataklı trende üst katta yatay pozisyondayım. Dünya üzerindeki üçüncü yataklı tren maceram (dördüncü yataklı trenim) bu olacakmış meğer. Şu trene binmek için faal şekilde 4-5 saat harcadık gerçekten, hiç abartmıyorum. İnternet’ten sözde bilet alıyorsun, waiting list’e düşüyorsun, sonra işte gidersin tren garına, hiyerarşisini hala anlayamadığım train ticket examiner’lara yalvar yakar trene binmeye çalışırsın, klimalı olsun, yataklı olsun, A sınıf B sınıf olsun, tamamen senin çingeneliğine ve de bu hiyerarşik düzenin parçası görevlileri durmaksızın darlamana bağlı.

Bu arada Hankendi’ye selamlar, MacJournal gerçekten adama günlük tutturur, bu kadar pratik bir yazılım görmedim azizim. Seç hangi Journal’ına yazmak istiyorsan, tıkla yeniye, konu başlığını çaktığın gibi yardır yaz, insanı motive ediyor. Keşke interrail yaptığımız günler de böyle teknolojimiz olsaymış, ne maceralar unutulmazdı.

Hatırlarım o günü, kimlik kartımı evde unutmam ve almak için eve geri dönmemiz nedeniyle sabah sekiz trenini kaçırmıştık. Sonrasında gidip yaklaşık 40 milyon ek para ödeyip akşam sekiz yataklı trenine bilet almıştık. TCDD ile hala gururlanırım o kompartımanı hatırlayınca. Resmen iki kişilik otel odası gibiydi. Kliması, süper aydınlatması, beyazın hakim olduğu dizaynı, küçük lavobosu, aynası, mini buzdolabıyla, ferahlığıyla sabahki aptallığımdan dolayı bünyemde oluşan acı kekoluğu silmişti bünyemden.

(Aç parantez, hesapta olmayan bu on iki saatlik bekleme süresinde Kerem ile boşa düşmüşlükle karışmış mallığın etkisiyle, Sirkeci’den Karaköy’e sırtımızda 15-16 kiloluk çantalarımızla yürümüş, sonrasında Tünel’e atlayıp Taksim’e çıkmıştık. Karşımıza çıkan ilk hediyelik eşyacıdan aldığımız kartpostallar ve nazar boncuklarını yoldaki tanışıklıklarımız ardından hediye etme hayalleri kurmuştuk. Boncuklar ve kartpostal bizle Avrupa’yı gezdi geri döndü. Dünyanın en looser backpacker’ları olabiliriz gerçekten. Kapa parantez derken paragraf olmuş.)

Ah ah, memleket hudutlarını ilk terkedişim, ilk muharebem, ilk yenilgim. Kompartımanın kapısını çalan görevli arkadaş nereye gittiğimizi sordu, bizde mal gibi, bir Yunan benzer bir durumda İstanbul’a Konstantinopoli diyerek bir Türk’ü ne kadar kızdırabilirse, Selanik cevabıyla abiyi tam da o kadar kızdırdık sanırım. Kendisi de “repeat after me” tadında Thessaloniki’yi doğru telafuz ettirene kadar bize asabi asabi tekrarladı, tekrarlattı.

Sınırda pasaporta pul yapıştırmak ve damga vurdurmak için trenden inmiştik. Sonra da yolculuğumuzun ikinci kuşetli trenine binmiştik, “Dostluk” treninden, “Phylia” trenine. Sınırın varlığını pasaport kontrolünde değil de tren değiştirmede hissetmiştim daha çok. Her ne kadar adı Dostluk-Phylia olsa da herkesin treni kendineymiş meğer.

Jalandar nasıldı derseniz, Delhi, 30-40 sene öncenin Adana’sıysa, Jalandar da Tarsus’u filan olmalı. [Saat 00.16, yine yer değiştirmek zorunda kaldık, kendi biletimizin kesildi yerler az önce netleşti. Bu halden de acayip tiksinti geldi sormayın, trende köşe kapmaca oynamak filan hiç bana göre değil.] Jalandar Delhi’den daha kuzeyde olsa da en az bir beş derece daha sıcaktı, 50 C° filan yani. Hayatta bazı şeyleri yaparken, daha eylem halindeyken, umarım bir daha yapmam dersiniz ya, öyle bir şeydi benim için Jalandar yolculuğu, ÇOK NET. Malesef verileri toplamak için buraya en az bir kere daha gelmek zorundayım ve bu yolculuğu yalnız yapmak durumunda kalabilirim. Bu durumda tabi ki bir hintliden farkımı organizasyon aşamasında gösterip, biletimi netleştirmeden yola çıkmamayı planlıyorum. SON.

P.S: Ben kendimi tanıyorsam bu baş ağrım uykuyla değil Advil’le geçer ancak. Resmen yarın işe ve başağrısına uyanmak üzere yatıyorum ve bunun delicesine bilincindeyim. Nefis, enfes, nefes, nefs derken bu böyle kopar gider.
P.S2: Oha, başağrım geçerek beni şaşırttı, sabaha karşı hayatımın en acayip rüyalarından birini gördüm, Marilyn Manroe birilerinin hayat hocası modundaydı, hayat hocası olduğu kadın da Jennifer Connely'ye benziyor, bi de onun kocası gibi bir şeyler var, siz diyin o da Bob Dylan olsun. Neyse, sonra Jennifer Marilyn'i kızdırıyor, Marilyn onu evlatlıktan reddediyor, ama bunu öküze melek kanatları geçirtip onu gökyüzünde uçurtarak kendisine duyuruyor. Sonra Jennifer uçurumdan atlamak suretiyle, ama aşşağıdaki tarladaki çalışanlara güdümlü intihar ediyor, bu kadarını hatırlıyorum şimdilik.

2 yorum:

Unknown dedi ki...

kenk yatakli tren yolculugundan bahsedince aklima fransa'da (nereden-nereye gittigimizi asla hatirlayasam da) kerem y. erden'e, hicbir yabanci dil bilmeden fransa'da ne bok yedigini hala anlayamadigim o garip insanoglunun ingilizce ceviri yaptirarak gordugu herhangi bir guzel kadina yazma cabasi geldi aklima. hatirlarsin, bizim kompartman seninkinden nedense farkliydi. o kompartmandaki cezayir gocmeni 2 fransizin, kerem y.erden'le kaldigimiz ve kerem'in asla sigamadigi yataklarda uzanirken, olabilecek her turlu junkieligi yaptigini hatirladim. hayat garip ustadim.

Franki dedi ki...

san sebastian-paris treninden bahsediyorsun kankito nasıl unutursun. o macerayı da anlatıcaktım da konuyu dağıtmayayım dedim. dikkatli okuyucu farkedecektir, dört yataklı tren yolculuğu yaptığımı belirtmiş, sadece üçünü isimlendirmiştim, kayıp parça buydu.

ulan sizden ayrı düştüm o gece, beş abinin arasında yattım, tam karşımdaki abi bildiğin pantlonu filan çıkardı da boxer'la uyudu karşımda ya. saçmalık. biz de rahat uyumayı severiz de.. neyse batının ahlaksızlığı işte.

Defteri kurcala!