10 Mayıs 2010 Pazartesi

This is your Passenger speaking - I

Uçağa binmemizin üzerinden 15 dakika geçmeden, Hindistan'a giden herkesin doldurması gereken formları dağıttılar. Klasik bilgiler, adın, şuyun buyun, pasaport no'n, viza tipin, ziyaret nedenin, nerede kalacağın, yaşadığın ülke, son 6 günde ziyaret ettiğin ülkeler vs. güzelinden doldurdum. Vizesini almış insanların bu bilgileri zaten konsolosluğa verdikleri göz önünde bulundurulursa, saçma bir iş nerden baksan, Hindistan vatandaşlarını kontrol amaçlı olduğunu düşündüm bu nedenle de.

Alt kısmında bir de ek kısmı mevcuttu customs bilgilerini içeren, import ettiğin mallardan duty işleneceklerin tahmini miktarı.. Tabi ki ne yazacağımı bilemedim, önünü arkasını okudum, bilgisayarım ve kişisel eşyalarımın re-export edeceğimden duty'ye tabi olmadığına karar verip, öylece boş bıraktım durdum. Bu form işi kendi içinde şaşırtıcıysa da, bir şok etkisi yaratmadı, konsolosluğun internet sitelerinde, girerken çıkarken böyle bir şey yapmam gerektiğini okumuştum, ama içten içe bunları nereye kime vericez arkadaş hadi bakalım dedim.

Havalimanına iniş için yaklaştıkça böyle duvar gibi şeyler görüp alallaa kim buraları çitleyip, çitleri de ışıklandırmış ki, acaba doğru mu görüyorum gibi kartopu tadında yuvarlanarak büyüyen düşüncelerle haşır neşir oldum. Yaklaştıkça gördüm ki, baya baya havalimanını çevreleyen duvarlar, baya baya da tepeleri böyle dikenli tellerle çevrili, bir de guard post tadında kuleleri gördüm, amanın dedim bu Pakistan işi, terör korkusu ciddi galiba dedim. Bu arada bir not düşeyim hemen, beni ilgilendirmediği için önceki paragrafta aktarmayı unutmuşum, o doldurduğum kağıdın altında, 180 aydan uzun kalacak şu bu vs. amaçla gelen kişiler 180 gün içinde şuraya buraya kayıt olmalı vs. yazıyordu, hemen altında, aynı durumdaki Afganistan vatandaşlarının geldikten sonra 7 gün içinde kayıt olmaları, Pakistan vatandaşlarının ise, sayıyla 1 yazıyla bir gün içinde kayıt olmaları belirtilmişti. Breh dedim, şaştım. Neyse hikayeye dönersek, biz güzelce indik, kaptana selamlar gördüğüm en yumuşak inişti, sabun gibi kayarak indik, aklıma Tuna ve Uğur arkadaşlarım düştü. Havalimanındaki bazı gatelerin de duvarlı, dikenli telli, guard post'lu çevrildiğini görmem, dostlarımın pilot gözlükleriyle kızlara selam çakmakta olduğu buğulu hayallerimden sıyrılmama neden oldu.

İçten içe hasiktiiirr hasiktirrr nidalarıyla, eşyalarımı alıp uçaktan dışarı süzüldüm, öndeki güruhu takip ederekten uçaktan dışarı seyirttim. (Aç parantez, ilk izlenimleri unutmadan not ederken, tv'yi açtım, bakınıyorum kanallara, sanırım "Cesur ve Güzel"'le karşılaştım, başlığa direk uydu, yalnız bunlar yeni bölümler, tipler felaket yaşlanmış, isimlerini unutmuşum eme. Kapa parantez.) Uçak kapısında 6-7 yetkili görmem beni biraz ulan bu kadar adama ne gerek var dememe neden oldu, biri de böyle askeri elbiseye benzeyen yeşilimsi bir şey giriyordu, ilerledikçe bu tiplerden bolca gördüm. Neyse, neyse diye diye yürümeye devam ettim, böyle insanların sıra olduğu bir yerle karşılaştım, foreign passport holders kuyruğuna seyirtirken, sağ cenap ve sol cenapta garip kameralara benzeyen aletler ve onların bağlı olduğu ekranları gözüme çarptı, thermal halimi gördüm sanırım orda, ateşim yokmuş, maşalah. Foreign passport holders kuyruğunda şaşkınlıkla sağa sola bakıp, millet napiyo anlamaya çalışırken, medical desk'e gitmeden buraya gelmeyin gibi bir şey gördüm, derken medical desk'i gördüm, arkasında kimse yoktu, kimse de oraya gram ilgi göstermiyordu, ben de afedersiniz siktir ettim. Derken önümdeki kadın, bu sıra hindistan vatandaşları için sen şuna geç dedi, oysa ben o sıradan, bahsi geçen foreign passport işaretiğini gördüğüm için, bulunduğum sıraya girmiştim. Neyse dedim, doğunun bilgeliğine bırak kendini, teyze ne diyosa yap.

Milletin formları pasaportlarıyla birlikte (hasiktir hava aydınlanmış dışarıda saat daha 5.30 yerel saatle) bu sıraların sonundaki adamlara vermesinden, ben bunların klasik pasaport kontrolün hindistan karşılığı olduğunu anladım. Baya FNAC ödeme kasaları gibiydiler, amcalar kendini güvenlikli bi kutuya hapsetmemiş, bi acayipti. Neyse verdik formu, amca benim pasaporttaki fotoğrafı çok beğendi, sağolsun benden güzel kız olurmuş, sakalsız halimden bu sonuca ulaştı. Ben, soru soramadan ek kısmı koparıp pasaportumla geri verdi, hadi sana iyi günler tadında saldı bizi.

Bavulu almak kısmı uluslararası standartlara uyan tek kısımdı, kolayca hallettim. Derken sağda solda custom deskler görmeye başladım, ulan bunlara bi bok göstermek lazım mı diye elimdeki bu şimdiye kadar ek diye adlandırdığım kağıtla information desk'e gittim, iki abla vardı onlara, benim sadece kendi kullandığım kamera ve laptop'ım var bunların değerini böyle yazmam lazım mı buraya dedim, kadın kağıda baktı, iyi bu iyi diye yolladı beni, şu taraftan çıkarken vericen diye. Bu vermem gereken noktaya ilerlerken, yaklaşık 100 metre, nasıl olduysa salak kağıt kayboldu, ben vermem gereken amcanın önünde aranırken (elindeki onlarce benzer kağıttan kendisine vermem gerektiğini düşündüm, kapının yanında oturuyordu ayrıca) amca it's ok deyip beni geçirdi gitti.

Ben havalimanından çıkmaya korkarak, ATM aramaya başladım, bu arada Thomas'nın maillerinde geçen pre-paid taxi gişelerini gördüm. Dolan dolan, ATM makinesi yok, lan diyorum nasıl olmaz, dolan dolan yok, exchange'ciler var o ATM yok, meğer manyaklar oda gibi bir şey yapıp onun içine koymuş, kapıda da içerde biri varsa girmeyin diyo, girmedik bekledik, baya saçma geldi bana zaten. Neyse ne anlama geldiğini bilmeden, saçma sapan sorular soran bi makineden, sağdan soldan ekrana sığmayan yazıları okumayı çalışarak, alım gücü hakkında hiç bir fikri olmadan 2000 rupi çektim. Bu iş büyük sorun, 10 rupi ne demek, ne alır ne almaz bilememek baya boktanmış.

Ipsita'nın dediği Airtel şeylerini görüp kendisini aramaya giriştim, niye varınca ara diye tutturduysa, neyse ben gittim aramaya, telefon kulübesiyle karşılaşmayı bekleyerek, tabi ki uyduruk Türkiye'de kontörlü telefon diye bildiğimiz şeyle karşılaştım. Bence tamamen turist sikebilmek için yapılmış bir mekanizma şöyle ki, böyle telefona bağlı sayaç gibi, kredi kartı pos makinesi gibi bir şey var, ekrana baksan bi bok anlamıyon, kızı bir aradım açmadı, ikinciye açtı, ses çok az geliyor, zar zor anlaşıp, bir buçuk dakika konuştuk. Sen verdiğim adrese git haberleri var dedi. İyi dedim, bu arada bu telefonlarla sorumlu arkadaş geldi, ben aramaya başlarken, sen ara sonra gitme ben geliyorum demişti, neyse bu götelek geldi, kaç konuşma yaptın dedi, dedim önce açmadı aradım, sonra açtı, bu baktı hiç bir şey anlaşılmayan makineye, benim ingilizcesinden anladığım kadarıyla 10 rupi dedi, benim de cillop gibi 4 tane 500lük banknotum var, üstünde Gandhileri sağolsun. Neyse verdim buna parayı, bana 450 verdi geri, duruyo, ee diyom, 10 daha veriyo duruyo, diyom 10 demedin mi, bi şey demiyor, coin yok mu coin yok mu sende deyip duruyor, diyorum yok, gene aynı duruyo, ee dedim yine, bi de sırıtıyo böyle, neyse 470 rupi geri alıp, naled senin üstüne olsun deyip uzaklaştım.

Milletin kazıklanmaması için kurulmuş güzel bir düzen olarak ilgimi çeken güzel pre-paid taxi gişesine gittim, dedim buraya gidicem ben, adam dedi 350 rupi, verdim 350'yi, bana bi fatura verip, gate 2 den çıkıcan gidicen, sarı yeşil taksiler dedi, iyi dedim, aldım benim faturayı 10 adım atıp bi baktım faturaya 240 rupi yazıyor. Lan dedim öteki dümbüğün dediğinden emin değildilm, ama bu göt 350 dedi, adım gibi eminim, döndüm geri, dedim bro, 350 dedin, 350 verdik, burda 240 yazıyor, aa öyle mi dedim, öyle mi verdin diye zorlamadı bile, 110 verdi direk geri. Şark'ı da, kurnazlığını da sikeyim diyerek, bir de taksici siksin ilk gece de yarına ben bu işleri öğrenmem mi diyerek çıktım dışarı.

Yüzüme çarpan ılık hava, ohhh maşalah dedirtti, Adana'nın ağustos'uyla aşık atamaz yalnız, yarın çıkar acızı bu cümlenin gibi geliyor. Neyse taksinin birinden ötekine taksiciler tarafından yollanarak bir taksiye binmeyi başardım, abi başladı, ben burayı bilmiyorum, ee dedim, iner başka binene binerim dedim içimden, zaten üçüncü girişimimdi, neyse dümbelek hemen baklayı çıkardı, bilmiyorum ama, senin için öğrenirim taksiciye tip vereceksen, sanırsın taksici derken arkadaşına beni havale edecek de falan filan, kendisi hakkında üçüncü kişi olarak bahsettiği kimseye bir şey sormadan ilerlemesiyle belli oldu. Bilmediği filan tabi ki külliyen yalan. Amma velakin, bu taksiye buraya gidicem dedin mi sadece mahalleyi belli ediyon, seni kapıya bırakması gerekip gerekmediğini bilmiyorum, bu şark kurnazı beni kapıya kadar tip için arayıp tarayıp götürdü, yollarda taksiyi kovalayan köpekler filan cabası, beni tip vermeyecem desem mahallenin ortasında bırakır giderdi, o köpek çetesine yem olurdum. Kendisine 20 rupi verdim beğenmedi, almak istemedi, çok az dedi, 50 rupi dedi, you're wrong my friend dedi, ben de dedim, bana zaten tip verme demişlerdi, ister al istemiyorsan gidiyorum, bence yeterli zaten taksiye bu kadar yola sadece 240 verdim dedim. O köpekleri görmesem 10'dan fazla vermezdim, götüm iki diş izi görmemeye 10 rupi bence değer. Ya bu karmaşanın içinden benim faturayı vermedi bana, bunlara dikkat etmem lazım, faturaları toplayıp okuldan ya da şirketten paraları alıcam geri eninde sonunda. İçimdeki şark kurnazını çıkarıcaklar belli oldu, The Turk strikes back.

Kalacağım yerin altında güvenlik tadında bir adam bekliyordu. Beni görünce mekanın adını söyleyip, buraya mı gidiyorsun dedi, evet dedim, beni kapılardan merdivenlerden çıkarıp teras kat bir yere götürüp odamı gösterdi, kilitli kapıyı gözlerimle açmamı bekler gibi baktı, ben de şaşırdım kaldım, manyak mı bu insanlar, en normal gözükeni bile deli oldu merdivenlerin sonunda diye. Bu arada amca benim bavulu taşıdı yukarı bana hiç bir şey demeden, büyük ihtimalle o da tip bekliyordu da, kusura bakmasın yani, ben ondan istemedim, konuşsa son kat dese çıkarırdım bavulumu paşa paşa. Neyse gitti bi çocuğu uyandırdı adam, çocuk elinde anahtarla geldi, odayı gösterip klimayı açıp, bana iki şişe soğuk su bırakıp odamda dikilmeye başladılar. 30 saniye filan dikilip ben sadece teşekkür edince gittiler, uçakta Kafka'ya kaldığım yerden devam etmeye başlamış olmam iyi olmuş, tanıdık geldi biraz bütün bunlar.

Sorunların ötesinde yol boyunca gece gördüğüm Delhi hakkında ilk izlenim, Yılmaz Güney'in filmlerindeki Adana, yani 30 yıl öncesi gibi, Martin'in 30 sene öncesine gittiğini hatırlayanlar başlığa anlam vermiştir artık, verememişse de açıklayacak hiç değilim, bir saattir yazıyormuşum meğer.

Sonuç bölümünde problematik açmak sevaptır, yıllar yılı Türk halkı olarak, ulan hindi'ye ne demeye ingilizcede Turkey deniyor diye söylendik de neden biz de hindistan'a aynı muameleyi çektik?

Bu da geçmişe ışınlanma kabinim, suyu üstüme saatte 81 mil hızla gönderebilirsem Türkiye 2010'a geri dönecekmişim.

Hiç yorum yok:

Defteri kurcala!