5 Ekim 2010 Salı

No Title - I

Coffee’nin annesi dün sabah iki günlüğüne Londra’ya gitti ve yavrucağı bana bıraktı. Kendisiyle olan sevgi-saygı ilişkimizi haftalar sonra ilerletme imkanı bulduk tekrardan. Malum aynı bahçeyi paylaşsak da farklı evlerde kaldığımızdan kendisiyle pek görüşemiyorduk. Çok hızlı öğreniyor utanmaz. Ne öğrendiyse oyun uğruna öğrendi yalnız. Canı oynamak istedi mi oyuncaklarından birini ağzına alır gelir, kucağına patilerini dayayıp oyuncağını bırakır, bıkana kadar da bunu tekrarlar da tekrarlar. Artık oynamaktan bıkıp yatağın altına fırlattığım topunu almaya çalışırken sürünmeyi öğrendi. Yatağın altı işe yaramadı diye, yatağın üstünde erişemeyeceği yere koyduk oyuncağını, yatağa zıplamayı öğrendi. Düne kadar gücünün yetmediği yer koltuktu, onu da nasıl yapacağını on beş dakika uğraşıp keşfetti, artık nerden zıplarsa boyu yetecek biliyor, hop diye zıplayıveriyor. Bütün bu öğrendiklerini, öğrendiğinin ertesinde hemen başka alanlarda uygulayarak beni şaşırttı, beyaz bir köpekle koklaşmak için bahçe kapısının altından sıvışması efsaneydi.

Kendisi sevimli olduğu kadar da uslu. Olayı şu, yatağa uyuklamak ya da kitap okumak için filan uzanınca ben, gelip zıplıyor yatağa, yanıma uzanıyor o da, ben de kilimini seriveriyorum altına bazen uyuklarken salyası akıyo yavrunun da. Ama misal nihai uyumak için yatağa yat, yani yorganı filan aç içine gir, rahatsız etmiyor. Dün gece yatarken ışığı kapayınca hatta kilimin üzerinden kalkıp yatağına geçip oraya yattı. Hemen kendisinin fotoğrafını göstereyim size yatağında yatarken.

Bir de yanımda yatarken arada resmen “of” çekiyor. Diyorum kendi kendime çocuk, daha on bir aylıksın, köpeksin bir de, ne derdin olacak senin. Ama bildiğin of çekiyor, inanır mısınız? Bir de bugün kendimi şunu düşünürken buldum, onun dünyasının tanrısı gibisin resmen, ne istediğini o kadar net ifade ediyor, ama karşı koyarsan ya da umursamazsan da o kadar aciz ki yavrucak. Ben ne zaman tanrı kavramını düşünsem, dünyadaki savaşlardan, acılardan, adaletsizlikten, eşitsizlikten dolayı, sıktıntıdan ve yalnızlıktan dolayı, iyilik ve kötülüğü rastgele içlerine serpiştirerek insanoğlunu yaratmış ve olan biteni oturduğu yerden izleyerek sıkıntısını atmaya çalışan bir tanrı figürüyle karşı karşıya kalmışımdır ya da yarattığı evrende bütün olup bitenlere karşı “reality show” karşısında insanın yaşadığı şaşkınlık, utanç ve pasiflikle kalakalan bir tanrı düşlemişimdir. Coffee’nin canı sıkıldığı için, kapının önünde saatlerce bekleyip, geçen her köpekle heyecan krizlerine girdiği anlarda kendisini dışarı çıkardığım her seferinde karşısındaki köpekle, koklaşıp, oynamaya çalışırken, neyi nasıl yapacağını bilememe halinde kendisini kavga eder halde buluşunu gözlemledikten sonra kendi kendime belki de tanrı varsa da aslında tamamen kötü niyetli değildi, insanları sevdiği ve iyiliklerini istediği halde, insanlar birbirleyle nasıl ilişkiye gireceklerini bilemedikleri için işler sıklıkla sarpa sardı ve tanrının elinden sadece bir şey gelmedi diye de düşündüm.

Yeni paragraf, bu arada söylemeyi unuttum, Mariko kızımız ilk sorduğunda da “ne para için, ne senin için, sadece Coffee için ona bakarım, çok istiyorsan bize duty free’den alkol alırsın,” desem de, masamın üzerine 30€ bırakarak kaçtı, “eve filan bir şey alın ama kabul edin, yoksa bi daha böyle bir şey rica edecek yüzüm olmaz,” diyerek. Neyse, Coffee bahsi bu kadar.

***

Mikrofinans üzerine aldığım dersin üçüncü seansı bugündü. ROSCAs yani Rotating Saving and Consumption Associations’a giriş yaparak tamamladık kendisini. ROSCAs mikrofinansın başarısını anlamakta önemli olan faktörlerden biri gel gör ki bu janjanlı ismi türkçeye çevirirsek tahmin edin neye tekabül ediyor? Altın/Dolar Günü. Evet, bir sonraki aşamada, oha yok artık dantela da sağlığa mı faydalı yoksa diye düşüncelere gark etse de adamı gerçekten finansal piyasaların düzgün çalışmadığı bir yerde önemli bir faktör. Yalnız ben Türkiye’de, küçük burjuva mantığıyla, o senede bir toplanan paraların, varlıklılığı gösterme çabası içerisinde, ne kadarının gereksiz bir şekilde ev eşyası vs. yenilemeye harcandığını düşünmeden edemedim. İnternette de, Türkiye'de "Gün"lerin 80 sonrası enflasyonla başa çıkmak için yaygınlaştığını okudum, ilginç.

***

Haftanın en saçma anı sıralamasında ilk sırayı ise, Mahreen'in doğumgününde after-party tadında damladığımız OECD'de staj yapan Çinli kızın verdiği partinin ilerleyen saatlerinde tanık olduğum manzara aldı. Bizle birlikte merdivenleri yukarı tırmanan iki kız, dans pistine adımı atar atmaz öpüşmeye başlayarak ilk sinyalleri verse de "climax"e Henri'nin sıvışırcasına dans pistine seyirtip dans etmeye başladığı kızın, bahsi geçen dans aktivitesinin yaklaşık 15. dakikasında başka bir kızla öpüşmeye başlamasında yaklaşıldı. Saat 4'e gelirken, ben pencere kenarında Alejandro'yla muhabbet ederken, bizim için anonim kalmış bu insan topluluğundaki altı kızın çalan müziğin gazıyla kollarını birbirlerinin omuzlarına atarak zıplamaya başlamaları ve bunun tamamiyle halayı andırması, kızların dördünün daha önce birbiriyle öpüşmüş olmaları vs hepsini cümle içinde kullanırsam "Paris'te, saat sabah 4'te sıralarında, tanımadığım bir insanın evinde, tanımadığım, halay çeken -dördü lezbiyen- altı kıza bakmakta olmam" bence bayağı acayipti.

Hiç yorum yok:

Defteri kurcala!